1. Duyarlığa ve bilince sahip olan
insan, gerek kendini ve gerekse çevresini tanımak, ona uymak ve onu değiştirmek
üzere, bir takım davranışlarda bulunan bir yaratıktır. Onun bu davranışları iki
temel tutuma indirgenebilir: Bilme ve değerlendirme.
İnsan yaradılışı gereği, bilgi
edinmek ister. Hiçbir öğrenim görmemiş insan dahi, kendisine bilgisiz
denilmesine kolaylıkla razı olmaz. Teknik ve uzmanlıkla ilgili alanlara tüm
yabancı olduğunu kabul etse bile, kendisinin hiç değilse bir dünya görüşü
olduğunu, onun da bazı şeyler bildiğini söyliyecektir; yoksa, kendisini insan
olmaktan çıkmış, insanlığını yitirmiş görürdü. Bu durum gösteriyor ki, bilme
(bilgi edinme) insanı insan yapan, onu diğer yaratıklardan ayıran bir
özelliktir.[1]
Fakat insanın ayırıcı özelliği
olarak, bir yanı daha vardır. O, bütün yaşamı boyunca sayısız değerlendirmeler
yapar; değerlendirme yapmadan yaşayamaz. Çünkü o, kendisini bilgi edinmeye
yönelten bir bilince sahip olduğu gibi, aynı zamanda istek ve iradeye de sahip
bulunmaktadır. Bir şeyi istemek için de, önceden değerlendirmek ve seçmek
gerekir.
Gerçekten, bizim yaşamımız bununla
doludur. Hepimiz, hemen her an eşya ve olayları değerlendirir, bir
değerlendirmeye tabi tutarız. Bu bakımdan, değerlendirme insanın niteliğine
dahildir; değerlendirme, bilmenin yanı sıra, insanı kararlıyan, daha doğrusu
insanı insan yapan bir şeydir.
Bu arada, karşılaştığımız her şeyi,
her objeyi değerlendiririz. Örneğin ekmek, su, giysi, kitap, sağlık, zihniyet,
davranış ve bunun gibi. Böylece insan, ihtiyacı olan her şeyi, bizzat
kendisinin seçmesini ister. Çirkin de olsa, yararsız da bulunsa sırtında
taşıyacağı giysiyi kendisini değerlendirmiş (seçmiş) olmasını arzular; bu ona
onur kazandırır. Aksi durumda, dışarıdan yapılan bir zorlama ile seçme olanağının
tanınmaması, en azından onu incitir. Bu yüzden en çok, seçtiklerimizi ve yeğ
tuttuklarımızı (tercih ettiklerimizi) beyenenlere yakınlık duyarız; hiç değilse
yeğlemelerimize karışmıyan kimselerle ilişki kurar ve ancak onlarla barış
içersinde yaşayabiliriz. İnsanlararası barışın varlık olanağı, değerlendirme ve
seçme özgürlüğünün tanınmasına bağlıdır. Bize bu özgürlüğü tanımıyanları,
derecesine göre, giderek zorba ve hatta düşman olarak görürüz.[2]
2. Şimdi herhangi bir değerlendirme
olayına baktığımızda, bunda üç yanın, üç öğenin (unsurun) ayırt edilebileceği
anlaşılır:
Değerlendirme olayı, her şeyden önce
bir değer yaşantısıdır. Bu, psikolojik bir olaydır. Gerçekten, değerlendirme
önce yaşanan bir şeydir. Biz bir tablonun ya da bir manzaranın güzelliğini, bir
insanın iyi bir davranışını algılar, yaşarız. Esasen tüm eşya ve olaylarla, kısacası
objelerle ilişki kurmamız ancak psişik yaşantı ile olanaklıdır. Objeleri
algılar, tasarımlar (tasavvur eder), düşünür ve duyarız (hissederiz).[3]
Ancak, psikolojik yaşantıyı ilişkin
olduğu objelerle karıştırmamak gerekir. Böylece, değerlendirme olayının ikinci
yanı olan, değer özelliğini görmek fırsatını elde ederiz. Bu, örneklerimizdeki
tablonun, manzaranın ve gözlemlediğimiz insanın, genel bir deyimle belli
objelerin, bizde değer yaşantısını meydana getiren özellikleridir.
Ne var ki, objelerin sahip oldukları
bu değer özellikleri, yine de onların varlık özellikleri ile ilgili değildir.
Nitekim tablonun boyutlarının, renginin, yapımında kullanılmış olan her türlü
malzemenin cinsinin o tablonun varlık özellikleri olmasına karşılık, güzelliği
onun varlık özelliği değildir. Tabloyu değerlendiren süje (insan) olmasa, o
tablonun böyle bir özelliğinden söz etmenin anlamı yoktur.
Güzelliğin, tablonun bir varlık
özelliği olmadığını en açık bir biçimde algılamak istersek, değişik kimselerin
aynı tabloyu, güzelliği açısından çok değişik olarak değerlendireceklerini,
böyle bir olanağın varlığını düşünmemiz yeterlidir. Oysa aynı tablonun varlık
özelliklerinden olan boyutları, rengi ve yapıldığı malzeme konusunda, büyük bir
olasılıkla hemen herkes uyuşacaktı; bu konuda bir anlaşmazlık çıkmıyacaktı.[4]
Buna göre, bir objenin değer
özelliği, onun objektif varlık özelliklerinden değişik olarak, o objeyi
gözlemliyen süje ile derin bir ilişki içersinde bulunmaktadır. Değerli olan bir
şey her zaman, ancak bir kimse için değerdir.
Şu var ki, bu yargı, yani bir şeyin
değerli olup olmadığının saptanmasının süjeye bağlı olduğu yargısı, bizi bir
değer sübjektivizmine de götürmemelidir. Gerçi, alt (sırf) bireysel anlamda
sübjektif olarak değerlendirilen şeyler vardır; sevgilinin değer özellikleri
gibi. Diğer yandan, genel sübjektif değerli objeler de bulunur. Nitekim besin
maddeleri, sağlık v.b. gibi şeyler, bütün normal yaradılmış süjeler tarafından
olumlu olarak değerlendirilir. Bunlar, insan her şeyden önce biyolojik ve
psikolojik bir varlık olduğu için, salt doğal ihtiyaçlara bir cevap olmaları
yüzünden olumlu olarak değerlendirilen şeylerdir.
Fakat bazı objeler varıdr ki,
onların değeri, onları gözlemliyen tek tek bireylerin keyfi arzularına,
gelişigüzel zevklerine bağlı değildir. Bunların olumlu olarak
değerlendirilmelerinde etken olan, objektif, herkesce kabul edilmesi gereken
değer ideleridir; ve işte bu değer ideleri, değerlendirme olayının özünü ve
üçüncü yanını biçimlendirirç ancak bu değer ideleri ile biz, bir tablonun, bir
manzaranın güzelliği ya da bir davranışın ahlaken iyiliği yolunda bir değer
yargısı veririz. Daha açık bir deyişle, sözü geçen objeler değer özelliklerini,
bu idelere uygunluklarından alırlar; bu ideler onların değerlendirme ölçüsü
rolünü oynar.[5]
Ancak, değer ideleri de, Platon’un
yaptığı gibi, insandan soyutlamak gerekir. Değer idelerinin insanın dışında,
bir eşya gibi realitesi olduğu söylenemez. İde olarak değerler duyum dışı,
duyumla aygılanamıyan şeyler olmakla birlikte, onlar yine de insanlarda,
insanların tinsel (akli, manevi) yanlarında bir varlığa sahiptirler.[6] Böylece değerler, mantığın ve
matematiğin konuları gibi, ideal (düşünsel) türden bir varlık biçimine sahip
olup, realitede değil, geçerlik dünyasında bulunurlar; bir başka deyimle,
onların realitesinden değil, geçerliğinden söz edilebilir ve bu geçerlik yalnız
şu ya da bu kimse için değil, insan çehresini taşıyan herkes içindir.[7]
Oysa Rölativizm, böyle salt ve
objektif geçerliğe sahip değerlerin varlığını kabul etmemektedir. İste, burada
ele alınması gereken sorun, Rölativizmin karşısında değerlerin objektivitesinin
nasıl savunulabileceği, temellendirilip kanıtlanabileceğidir.
3. Aslında genel değer felsefesine
ilişkin olan bu sorun’un, hukuk felsefesi için de büyük önem taşıdığı
ortadadır.[8]Bilindiği gibi, hukuk felsefesinin
ödevlerinden biri, adalet dediğimiz değerin ve bu değeri noksansız olarak
yansıtacak bir <<olması gereken>> hukukun açıklanmasını ve
tartışmasını yapmaktır.[9] Çünkü hukuk, sonunda adaleti
gerçekleştirmek ister; onun asli örneği adalettir. Güzelliğe yönelmiyen bir
sanat ya da hakikatı amaç edinmemiş bir bilim nasıl anlamsız ise, öylece
adalete yönelmiyen bir hukuktan söz etmenin de anlamı yoktur.[10]
Gerçekten, hukuka baktığımızda, onun
insanlar arası ilişkileri düzenliyen bir takım kurallardan ibaret olduğunu
görürüz. Bu özelliği ile hukuk, duyu organlarımızla algılayabileceğimiz maddi
bir varlığa sahip değildir. Hukuk olarak, asla onun taşıyıcısı olan, kağıttan
meydana gelmiş kanun kitabı ya da Romalılarda olduğu gibi taşlaşmış XII levha
kanun u anlaşılmaz; kağıt ve taş yığını hukuk olamaz.[11] O, kağıt ya da taş üzerine
yazılmış, anlamlı bir muhtevaya sahip düşünce oluşuğudur. Hukuk dediğimiz şey,
bu düşüncenin kendisidir. Öyle ki, bu niteliği ile dahi o, real dünyanın bir
görünümü değildir. Çünkü, düşünce oluşuğu olarak hukuk, onu meydana getiren
insandaki psikolojik olaydan da bağımsızdır. Belli bir zaman içersinde geçmekle
duyulur dünyaya ilişkin bulunan düşünce olayı ile, bu olayın muhtevası olan
düşünce oluşuğunu hiçbir zaman karıştırmamak gerekir.[12]
Böylece real dünyadan ayrı, düşünce
dünyasının bir görünümü olan hukuk, üstelik <<olan>>ı değil, aksine
<<olması gereken>>i söyler; doğada zorunlu olarak gerçekleşen
olaylar arasındaki kozal ilişkiyi (nedensellik bağıntısını) değil,
gerçekleşmesi zorunlu olmayıp, ancak olanaklı bulunan bir davranışın (bir
olayın) meydana gelmesi gerektiğini söyler (yada meydana gelmesini buyurur). Bu
yüzden bir norm niteliği taşımakla, onun varlığından çok geçerliğinden söz
etmek yerinde ve doğru bir iş olur.[13] Böyle olunca da, bir hukuk normunun
varlık biçimi olan geçerliğini, ancak diğer bir norm sağlıyabilir. Bir başka
deyişle, doğadaki bir olayın varlık nedeni, onu zorunlu olarak meydana getiren
diğer bir olay olmasına karşılık, bir normun varlık nedeni sadece yine bir norm
olabilir. Bu, doğanun açıklanmasında uygulanan kozal düşünce biçiminden ayrı
olarak, normlardan meydana gelmiş bir düzenin açılanmasındaki normatif düşünce
biçimini belirler. Buna göre, yönetmelikler geçerliğini tüzüklerden, tüzükler
kanunlardan, kanunlar ise, bir pozitif hukuk düzeninin en üst kademesinde
bulunan anayasadan alırlar.[14]
Ancak, normların geçerlik nedenine
ilişkin soruyu burada kesmek, rasyonel düşünceye aykırıdır. Çünkü anayasa da,
diğer normlar gibi, belli kişilerce meydana getirilmiş pozitif kurallardan
oluşur. Onun da geçerlik nedeni sorulmak gerekir. Bu yapılmıyacak olursa,
anayasanın meydana gelişi yolunda fiili güce, devlet gücüne dayanmak
gerekecektir. Anayasa ve buna dayalı tüm bir hukuk sisteminin geçerliği,
Pozitivizmin kabul ettiği gibi, üstün bir gücün devleti her nasılsa ele
geçirmiş olması olayı ile açıklanacaktır.
Bu ise, normlardan meydana gelmiş
bir düzenin normatif değil, kozal düşünce biçimi ile açıklanması demektir.
Çünkü anayasanın varlık nedenini (geçerliğini) bir üstün normda aramayıp fiili
güce dayandırmak, devleti ele geçirme olayı ile anayasanın meydana getirilmesi
olayı arasındaki kozal ilişkiye bağlamak demektir. Oysa, doğanın açıklanmasında
nasıl normatif düşünce biçimi uygulanmazsa, normatif bir düzenin açıklanmasında
da kozal düşünce uygulanmaz. Söz gelimi yıldırımın bir kimseyi öldürmesi
olayında, ilkel insanın yaptığı gibi, o kişinin daha nöceden gerçekleştirdiği
ahlaka (norma) aykırı davranışı yıldırım düşmesi olayının nedeni olarak
gösterilemez. Doğa olaylarının açıklanmasında, bu olaylardan kimin ya da
kimlerin sorumlu olduğu değil, bu olayları hangi diğer doğa olaylarının meydana
getirdiği sorulur. Bunun gibi, normatif bir düzenin açıklanmasında da hangi
olayın bu düzeni meydana getirdiği değiş, bu düzenin hangi <<olması
gereken>>den ya da <<olması gerekenler>>den çıktığı sorulmak
gerekir.[15]
Böyle düşünülünce de, en son bir
<<olması gereken>>e, bir değere varmak zorunluluğu ortaya çıkar.
İşte bu değer, ancak adalet olabilir. Gerçekten adalet, hukukun açıklanmasında
kendinden daha üstün bir değerin bulunmadığı, daha üstün bir değerden çıkmayan
salt (mutlak) bir değerdir.[16]
Diğer yandan, hukukun bu en son
dayanak noktası olan değerin, ahlaki bir nitelik taşıması gerekmektedir. Çünkü,
hukuk insanların birbirlerine karşı davranışlarını düzenlemektedir ve
insanların tüm davranışlarını temelinde ahlak normlarına tabidir.[17] Ahlaka dayanmıyan bir hukuk
sisteminin, insan davranışlarında gerçek bağlayıcı bir gücü olamaz. Pozitif
hukukun üstünde, mantıki bir geçerlik nedeni olarak bulunacak temel norm gibi
bir hipotez de, insan davranışlarını bağlayıcılık konusunda asla yeterli
değildir; böyle bir hipotez, mantıki niteliğinden ötürü davranışları değil,
sadece düşünceyi bağlıyabilir.[18] Oysa, adalet bu konuda da doyurucu
olabilmektedir. Zira adalet, üstelik ahlaki bir değerdir. Adaletin ahlaki bir
değer olduğu şundan açıkça anlaşılmaktadır ki, insanın adaletli olanı
gerçekleştirmeye yönelmiş bir zihniyeti, bir tutumu olarak adalet severlik,
tıpkı hakikat severlik, iyilik severlik gibi bir erdemi (fazileti)
deyimlemektedir.[19]
* * * * * * * * * * * DEVAMINI OKUMAK İÇİN * * * * * * * * * * * - http://www.journals.istanbul.edu.tr/iuhfm/article/download/1023004968/1023004508
[4] Bkz.
Brinkmann, s.17, 19; Hartmann, s. 120, 121; Scheler FEW, s. 35; Meyer, s.145;
Radbruch, s. 91.
[5] Bkz.
Brinkmann, s. 19; Hartman, s. 121; Hessen, s. 33; ayrıca bkz. Ve
karşılaştırınız Bense, s. 141.
[6] Anlaşılıyor
ki değer, değerlendiren süje ile olan ilişkisinden çözülemez, çözülmemek
gerekir. Bu yapılırsa, karşımıza değerin tözleştirilmesi (cevherleştirilmesi,
hipotize edilmesi) görüşü ya da ontolojik değer anlayışı çıkar. Oysa bu, doğru
değildir. Diğer bir deyimle, kendiliğinden (an sich, bizatihi) bir değerden söz
edilemez (Hessen, s. 23, 28; Brinkmann, s. 23; ayrıca
karşılaştırın Zippelius, s. 93).
[7] Hessen,
s. 31; ayrıca bkz. Mokre, s. 5; Brinkmann, s. 24; Hartmann, s. 120; Meyer, s.
145, Fechner, s. 44.
[10] Aral
HBÜ, s. 25; Aral HDG, s. 34. Adalete doğru hiçbir çaba olmaksızın hukuk, bir
gevezelik ya da maskaralıktır (Baumann, s.3).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder