(Kansu Yıldırım,
“Feminist anlamda devlet erildir!”, Birgün Kitap Eki, 6 Mart 2010)
Modern liberal devlet,
‘arkaik’ olarak kabul ettiği yönetsel düzenlerden hem olumsuzlukları hem de
işine yarayacak çeşitli aletleri devşirmiştir. Aydınlanma projesinin kendisine
sunduğu fikirlerin yönetimi ilkesi, halkı yönetmek için gerekli iki aracın doğmasına
da neden olmuştur: Mobile vulgus olarak adlandırılan ve nötr pozisyondan
sıyrılarak her an egemenler için tehdit unsuruna dönüşebilecek (les classes
dangerous’a) halkın eğitimi ve halkı egemenlerin çizdiği sınırlar
içerisinde kontrol ve tahakküm altına alabileceği yasal-normatif sınırların
inşası. Bu tespit klasik kategorik devlet değerlendirmeleri için bir tarihsel
bağıntı sağlayabilecektir. Böyle bir yorumla işe koyulduğumuzdaysa, kapitalist
devletin meta üretiminin genelleşmesi için bir çerçeve sunan uluslararası
devletler sistemi bağlamından türeyen ve/veya sınıfsal ilişkilerin
uluslararasılaşmasının ürünü olan bir entite olduğu sonucuna varırız. Bu
bağlamda ise devlet analiz için bir başlangıç noktası olarak alınamaz. Bizatihi
o devlet olarak kodladığımız aygıt içinde cereyan eden ve devleti cisimleştiren
ilişkileri ve ilişkisellikleri deşifre etmeye çalışırız. Üretim süreci ve
üretim ilişkileri ile bunların üstyapısal meşrulaştırıcısı olan hukuksal,
kültürel ve siyasal sistemler bu deşifre çabalarında okların yöneltildiği ilk
unsurlardır.
Ne var ki, yukarıdaki
yoruma sadık kalarak devlet tanımını yaptığımızda önem taşıyan ve tüm
toplumsallığa işlemiş bir tehlikeyi yani patriyarkayı gözden kaçırma
ihtimalimiz kuvvetle muhtemeldir.
Marx’ın tam gelişmiş
liberal devletin bütün politik statü ilişkilerini ortadan kaldırmış devlet
olduğu tespitinde bir hata bulmak mümkündür. Modern devlet, “çapulcu”,
“şövalye”, “lord”, “serf” ve “piyon” gibi statüleri ortadan kaldırmıştır ama
yasal bir statü ilişkisi olduğu yerde duruyor: Bunun adı karı ve koca
arasındaki evlilik ilişkisidir.
MacKinnon, Feminist Bir
Devlet Kuramına Doğru adlı
kitabında doğrudan bu ifşa çabalarını birden çok düşünürün ve çaprazladığı
fikriyatların mukayeseleri ile feminizm açısından hem bir analiz birimi
oluşturmaya çalışmış, hem de Marksizm ile hesaplaşmaya girmiştir. Şunu
belirtmek gerekir ki, bu hesaplaşma, titiz bir yöntembilimsellik içinde
geliştirilmiştir. Marx ve Engels’ten itibaren Althusser, Balibar, Poulantzas’a
uzanan hatları tekrar gözden geçirmiş, liberal kuramcıların sunduğu önerilere
de değinerek bildiğimizin ötesinde bir epistemolojik çerçeve sunmaya
çalışmıştır.
Metalinguistik
anlatımları bir kenara iten Mackinnon, feminizm ve Marksizm arasında kavramsal
bir ağ karşılaştırmasını da hakkını vererek yerine getirmeye çalışmıştır:
Marksizm için emek neyse feminizm için de cinsiyet odur: Tümüyle kendisine ait
olduğu halde, insandan koparılıp alınan şey (MacKinnon 2003: 21). MacKinnon,
buna benzer nice tespitleri kitabında feminizm ve Marksizm bölümünde
objektifliğe bağlı kalarak yapmış, feminist bir devlet algısı tesis etme
çabalarını özellikle liberal devlet bölümünde bizlere göstermektedir.
Tahlillerini analitik olarak okuyucuya sunmaya çalışan MacKinnon, feminizmin
devlete bakışını ise ilk olarak makro bir alımlama, ikinci olarak ise hukuk ve
yargının doğrudan ve dolaylı uygulamaları olarak eserinde işlemiştir.
Feminizmin devlet ve
toplum arasındaki ilişkilerine, cinselliğe özgü bir toplumsal belirleyicilik
kuramında yaklaşmadığını, bunun sonucunda bir hukuk öğretisinden bir yargının
mahiyetine, toplumla olan ilişkine ve ikisinin birbiriyle karşılıklı ilişkisine
ait kuramdan yoksun olduğunu söyleyen Mackinnon, kadınların yasalar ile
karşılaşma biçimlerini ve yasaların kadınların (ve erkeklerin) mağduriyetine
neden olan eril iktidarın meşrulaşmasındaki rollerini nasıl sorguladığı
üzerinde durmuştur.
Burada bir parantez
açarak şunu belirtmeliyiz: Modern liberal devlet, yasallık alanlarını kendi
normatif değerler dizisi ile bağdaştırarak ‘olan’ ve ‘olma ihtimali taşıyan’
çelişkileri içerisinde taşımaya devam eder: [M]ülk sahibi kapitalist sınıfsal
olarak patriarkal toplumsal yapıları devralmış ve bunlardan yararlanmıştır, ancak
bu yapıların hepsi kapitalizm için gerekli olmayabilir. Açıktır ki, (...)
tecavüz, dayak, klitoris sünneti ve başka cinsel şiddet biçimleri (...)
kapitalizme özgü değildir. Ancak bu pratiklerin büründüğü tarihsel biçimler ve
bunların günümüz dünyasında birçok kadına karşı kullanılması da kapitalizmden
bağımsız değildir. Cinsiyet ile toplumsal cinsiyet arasındaki ilişkide
farklılıkların eşitsizliklere kaymasını doğal olarak kodlamak hatasına düşen
pek çok insan, bu hatalı kavrayışlarını modern liberal devletlerin yasallığı
içerisinde bu durumu statüko haline dönüştüren yaklaşımını da göremez.
Modern
liberal-teritoryal devletlerin yasaları ve bu yasallık içerisinde oluşturduğu
kurumsal örgütlenmeleri ilk bakışta cinslere karşı tarafsız olarak görünür.
Kimin hangi role bürüneceği, kimin sermaye biriktirerek sınıfsal konumunu
belirleyeceği yahut ev işlerini kimin yapacağı bu yasal kodlanmalar içerisinde
belirlenmez, özel olarak bir üleştirmeye gidilmez. Ne var ki, patriarkal
kapitalizmin, sınıf ve cinsiyet eşitsizliği üzerinden çelişkileri derinleştiren
yapısını okuyan herkes, toplumlarda özel olarak yasalarda belirtilmediği halde,
erkeklerin kadınlar üzerinde kurduğu otoriteyi ve erkeklerin daha fazla güç ve
yetki kullandığını görebilir. O zaman epistemik açıdan sorulması gereken soru
şudur: Toplumsal cinsiyet bağlamında ortaya çıkan bu eşitsizlik hali, devletin
hukuksal sınırları içerisindeki dönüşümünde hangi izdüşümleri
bırakabilmektedir?
Catharine MacKinnon,
liberal devletin toplumsal cinslere karşı, –mutlak heteroseksit–,
tarafsızlığının sivil toplumdaki hiyerarşilere hizmet ettiğini vurgulamaktadır:
Sivil toplum, kadınların ayrıksı olarak tali konuma düşürüldüğü ve güçten
yoksun bırakıldığı alan, yasal teminatların erişemeyeceği kadar uzakta durur.
Kadınlar yasadan önce devletin yaptırımları olmaksızın, toplumsal olarak
genellikle mahrem ilişkiler bağlamında ezilir (MacKinnon 2003: 188, 192).
MacKinnon’ın başucu
olarak kabul edeceğimiz eserinde Marksist teoriye yönelik kavramsal ve
metodolojik eleştirileri getirirken, devlet konusunda feminizmin de takındığı
–spesifik– tutumların kritiğini de okuyucu ile paylaşmaktadır. Feminizmin,
liberal ve Marksist teoremler ile karşılığını bulamadığı bazı problematikler
dolayısıyla sözle ifade edilmemiş bazı alternatiflerle baş başa kaldığını
belirten yazar, şu görüşe varmaktadır:
... ya devlet –eril
olduğunu gösteren analiz yapılmadan ve strateji ortaya çıkarılmadan– kadıların
durumunun iyileştirilmesi için öncelikli bir araç olarak kabul edilecek ya da
kadınlar sivil topluma terk edilecektir ki, kadınlar için bu doğal duruma daha
yakındır. ... Dolayısıyla devlete karşı feminist yaklaşım, kadının statüsüyle
ilgili konularda şizofrenik bir tutum gösterir. Tecavüz, kürtaj, pornografi ve
cinsiyet ayrımı bu konulara örnektir (MacKinnon 2003: 186).
Kadınların patriyarka
tarafından maruz kaldığı olguları/olayları etraflıca irdeleyen MacKinnon,
kadının nesne olarak algılandığı ve zorla duhulün gerçekleştiği tecavüzlere
ilişkin olarak olayın cinsellik olarak değil, şiddet olarak okunmaya
başladığında –heteroseksüel– cinselliğin onaylanıp şiddeti (tecavüzü) yadsımak
üzere, toplumsal cinsiyetin geçerli olmadığı ve cinsel olmayan bir zemin
önerildiğini söylemektedir (MacKinnon 2003: 201).
İlk edebi metinlerden,
misal olarak Dante’nin De
Vulgari Eloquentia eserinden
bugünün hukuksal metinlerine (anayasalar ve eşitlik yasaları) kadar
toplumsallığa kazınan kadın-erkek eşitsizliği kavrayışı, devletlerce ideolojik
ve baskı boyutlarıyla kalıcılaştırılmaktadır. Bu bağlamda eril bir devletin işleyiş
biçimlerine karşı çıkan feminist teoriye ve aktivizme ne kadar ihtiyacımız
varsa doğrudan devleti sorgulayan ve devletin toplumsal cinsiyet ayrımı
konusundaki rolünü de ele alan bir feminist teoriye o kadar ihtiyacımız vardır.
İşte bu gerçeği MacKinnon’ın eseri aracılığıyla açıklığa kavuşturmak mümkündür.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder