23 Şubat 2015 Pazartesi

Ölüm Cezası Üzerine Düşünceler


            ÖLÜM CEZASI ÜZERİNE DÜŞÜNCELER            

Ölüm cezası mahkumun hayatına belli bir şekilde son verilmesi suretiyle yerine getirilen bedensel bir cezadır. Şiddet içermesi ve infaz anına kadar mahkuma manevi acı vermesi nedeniyle de insani değildir. Demokratik hukuk düzeniyle şiddetin bir arada bulunması çelişki yaratacağı için ölüm cezasının demokratik bir hukuk düzeninde kendine yer bulması da çelişkilidir.

Cezanın farklı teorilere göre çeşitli amaçları vardır. Bunlar:
1.      Suçlunun ıslah edilmesi,
2.      Suç işlemenin önlenmesi,
3.      Suçluya yaptığının ödettirilmesidir.

Bu amaçlardan ölüm cezasının ıslah işlevinin olmadığı aşikardır. Suç işlemeyi önlediği konusu ise temelsi bir varsayım olarak nitelenmektedir. Nitekim, ölüm cezasının önleme amacına hizmet ettiği bilimsel olarak ispat edilmemiştir. İlk iki amaç bakımından işlevsiz olan ölüm cezasının sadece öç alma denebilecek olan ödetme/kefaret amacı kalmaktadır. Ödetme amacını benimsemek ise ilkel çağlardaki ceza hukukuna geri dönmek anlamına gelmekte ve toplumların asırlar boyunca meydana getirdiği gelişmeleri ve ceza hukukunun insanileştirilmesini görmezden gelmeye neden olacaktır.

Çağdaş ceza hukukunda cezalar insan onuru ile bağdaşmalıdır. Ölüm cezası kişi bedeni üzerinde şiddet uygulayarak uygulandığı için kişiye fiziksel acı vermektedir. Ayrıca infaz anına kadar kişiye manevi acı da verdiği için insan onuruyla bağdaşır bir ceza değildir.

Cezaların şahsiliği ilkesi gereğince ceza mahkumun dışındaki kişileri minimum seviyede etkilemelidir. Oysa, ölüm cezasında mahkumun ailesi ve yakınları en ağır biçimde etkilenir. Ayrıca cezanın telafisi mümkün olmalıdır. Ölüm cezası bir kez infaz edildikten sonra artık kısmen dahi olsa telafi edilmesi mümkün değildir.

Ceza muhakemesi ve ispat bakımından ele alındığında; muhakeme sonunda mutlak gerçeğe ulaşılamadığı için ölüm cezasının vicdani kanaate göre hüküm verilen bir sistemin özüne aykırı olduğu görülür. Şöyle ki; ceza yargılamasında maddi gerçeğe ulaşılmaya çalışılır. Maddi gerçek ise geçmişte olup bitmiş bir olayın ya da olayların deliller aracılığıyla bugün ortaya konulmuş halidir. Vicdani kanaate ulaşılabilmesi ve maddi gerçeğin bulunduğundan söz edilebilmesi için yetkili makamın makul şüpheyi yenmiş olması gerekir. Ancak yine de maddi gerçeğin mutlak gerçek olmama ihtimali vardır. Çünkü, maddi gerçeğin tasavvur edilebilecek her türlü şüpheyi bertaraf etmesi imkansızdır. Yargılamanın iadesi ve olağanüstü kanun yollarının düzenlenme sebebi de maddi gerçeğin aksinin gerekçeleriyle beraber daha sonra ortaya konulabilme ihtimalinin varlığıdır.

Yargılama sonunda mutlak gerçeğe ulaşılamadığına göre cezadan geri dönüş ve telafi kısmen de olsa mümkün olmalıdır. Bu sebeple, ölüm cezası ve vicdani kanaate göre hüküm verilen bir sistemin bir arada bulunması çelişkilidir ve sistemin özüne aykırıdır.

Sonuç olarak, ölüm cezasının şiddet içeriyor olması, birçok devletin bu cezayı hukuken kaldırmış olması, cezanın kabul gören amaçlarıyla ölüm cezasının bağdaşmaması ve adli hatanın her zaman yapılabileceği göz önüne alındığında bu cezanın kanunlarda yer almaması gerektiği anlaşılacaktır.

Metin Feyzioğlu’nun Ankara Barosu Dergisi 2002-4’te yayınlanan ‘Ölüm Cezası Üzerine Düşünceler ve Anayasa Değişikliği ile 4771 Sayılı Kanun’un Getirdiği Yeni Düzenlemeler’ isimli makalesinden özetlenerek alınmıştır.


Hukuk Felsefesinde Değer Rölativizmine Karşı Değer Objektivizmi - Vecdi Aral

1. Duyarlığa ve bilince sahip olan insan, gerek kendini ve gerekse çevresini tanımak, ona uymak ve onu değiştirmek üzere, bir takım davranışlarda bulunan bir yaratıktır. Onun bu davranışları iki temel tutuma indirgenebilir: Bilme ve değerlendirme.

İnsan yaradılışı gereği, bilgi edinmek ister. Hiçbir öğrenim görmemiş insan dahi, kendisine bilgisiz denilmesine kolaylıkla razı olmaz. Teknik ve uzmanlıkla ilgili alanlara tüm yabancı olduğunu kabul etse bile, kendisinin hiç değilse bir dünya görüşü olduğunu, onun da bazı şeyler bildiğini söyliyecektir; yoksa, kendisini insan olmaktan çıkmış, insanlığını yitirmiş görürdü. Bu durum gösteriyor ki, bilme (bilgi edinme) insanı insan yapan, onu diğer yaratıklardan ayıran bir özelliktir.[1]

Fakat insanın ayırıcı özelliği olarak, bir yanı daha vardır. O, bütün yaşamı boyunca sayısız değerlendirmeler yapar; değerlendirme yapmadan yaşayamaz. Çünkü o, kendisini bilgi edinmeye yönelten bir bilince sahip olduğu gibi, aynı zamanda istek ve iradeye de sahip bulunmaktadır. Bir şeyi istemek için de, önceden değerlendirmek ve seçmek gerekir.

Gerçekten, bizim yaşamımız bununla doludur. Hepimiz, hemen her an eşya ve olayları değerlendirir, bir değerlendirmeye tabi tutarız. Bu bakımdan, değerlendirme insanın niteliğine dahildir; değerlendirme, bilmenin yanı sıra, insanı kararlıyan, daha doğrusu insanı insan yapan bir şeydir.

Bu arada, karşılaştığımız her şeyi, her objeyi değerlendiririz. Örneğin ekmek, su, giysi, kitap, sağlık, zihniyet, davranış ve bunun gibi. Böylece insan, ihtiyacı olan her şeyi, bizzat kendisinin seçmesini ister. Çirkin de olsa, yararsız da bulunsa sırtında taşıyacağı giysiyi kendisini değerlendirmiş (seçmiş) olmasını arzular; bu ona onur kazandırır. Aksi durumda, dışarıdan yapılan bir zorlama ile seçme olanağının tanınmaması, en azından onu incitir. Bu yüzden en çok, seçtiklerimizi ve yeğ tuttuklarımızı (tercih ettiklerimizi) beyenenlere yakınlık duyarız; hiç değilse yeğlemelerimize karışmıyan kimselerle ilişki kurar ve ancak onlarla barış içersinde yaşayabiliriz. İnsanlararası barışın varlık olanağı, değerlendirme ve seçme özgürlüğünün tanınmasına bağlıdır. Bize bu özgürlüğü tanımıyanları, derecesine göre, giderek zorba ve hatta düşman olarak görürüz.[2]

2. Şimdi herhangi bir değerlendirme olayına baktığımızda, bunda üç yanın, üç öğenin (unsurun) ayırt edilebileceği anlaşılır:

Değerlendirme olayı, her şeyden önce bir değer yaşantısıdır. Bu, psikolojik bir olaydır. Gerçekten, değerlendirme önce yaşanan bir şeydir. Biz bir tablonun ya da bir manzaranın güzelliğini, bir insanın iyi bir davranışını algılar, yaşarız. Esasen tüm eşya ve olaylarla, kısacası objelerle ilişki kurmamız ancak psişik yaşantı ile olanaklıdır. Objeleri algılar, tasarımlar (tasavvur eder), düşünür ve duyarız (hissederiz).[3]

Ancak, psikolojik yaşantıyı ilişkin olduğu objelerle karıştırmamak gerekir. Böylece, değerlendirme olayının ikinci yanı olan, değer özelliğini görmek fırsatını elde ederiz. Bu, örneklerimizdeki tablonun, manzaranın ve gözlemlediğimiz insanın, genel bir deyimle belli objelerin, bizde değer yaşantısını meydana getiren özellikleridir.

Ne var ki, objelerin sahip oldukları bu değer özellikleri, yine de onların varlık özellikleri ile ilgili değildir. Nitekim tablonun boyutlarının, renginin, yapımında kullanılmış olan her türlü malzemenin cinsinin o tablonun varlık özellikleri olmasına karşılık, güzelliği onun varlık özelliği değildir. Tabloyu değerlendiren süje (insan) olmasa, o tablonun böyle bir özelliğinden söz etmenin anlamı yoktur.

Güzelliğin, tablonun bir varlık özelliği olmadığını en açık bir biçimde algılamak istersek, değişik kimselerin aynı tabloyu, güzelliği açısından çok değişik olarak değerlendireceklerini, böyle bir olanağın varlığını düşünmemiz yeterlidir. Oysa aynı tablonun varlık özelliklerinden olan boyutları, rengi ve yapıldığı malzeme konusunda, büyük bir olasılıkla hemen herkes uyuşacaktı; bu konuda bir anlaşmazlık çıkmıyacaktı.[4]

Buna göre, bir objenin değer özelliği, onun objektif varlık özelliklerinden değişik olarak, o objeyi gözlemliyen süje ile derin bir ilişki içersinde bulunmaktadır. Değerli olan bir şey her zaman, ancak bir kimse için değerdir.

Şu var ki, bu yargı, yani bir şeyin değerli olup olmadığının saptanmasının süjeye bağlı olduğu yargısı, bizi bir değer sübjektivizmine de götürmemelidir. Gerçi, alt (sırf) bireysel anlamda sübjektif olarak değerlendirilen şeyler vardır; sevgilinin değer özellikleri gibi. Diğer yandan, genel sübjektif değerli objeler de bulunur. Nitekim besin maddeleri, sağlık v.b. gibi şeyler, bütün normal yaradılmış süjeler tarafından olumlu olarak değerlendirilir. Bunlar, insan her şeyden önce biyolojik ve psikolojik bir varlık olduğu için, salt doğal ihtiyaçlara bir cevap olmaları yüzünden olumlu olarak değerlendirilen şeylerdir.

Fakat bazı objeler varıdr ki, onların değeri, onları gözlemliyen tek tek bireylerin keyfi arzularına, gelişigüzel zevklerine bağlı değildir. Bunların olumlu olarak değerlendirilmelerinde etken olan, objektif, herkesce kabul edilmesi gereken değer ideleridir; ve işte bu değer ideleri, değerlendirme olayının özünü ve üçüncü yanını biçimlendirirç ancak bu değer ideleri ile biz, bir tablonun, bir manzaranın güzelliği ya da bir davranışın ahlaken iyiliği yolunda bir değer yargısı veririz. Daha açık bir deyişle, sözü geçen objeler değer özelliklerini, bu idelere uygunluklarından alırlar; bu ideler onların değerlendirme ölçüsü rolünü oynar.[5]

Ancak, değer ideleri de, Platon’un yaptığı gibi, insandan soyutlamak gerekir. Değer idelerinin insanın dışında, bir eşya gibi realitesi olduğu söylenemez. İde olarak değerler duyum dışı, duyumla aygılanamıyan şeyler olmakla birlikte, onlar yine de insanlarda, insanların tinsel (akli, manevi) yanlarında bir varlığa sahiptirler.[6] Böylece değerler, mantığın ve matematiğin konuları gibi, ideal (düşünsel) türden bir varlık biçimine sahip olup, realitede değil, geçerlik dünyasında bulunurlar; bir başka deyimle, onların realitesinden değil, geçerliğinden söz edilebilir ve bu geçerlik yalnız şu ya da bu kimse için değil, insan çehresini taşıyan herkes içindir.[7]

Oysa Rölativizm, böyle salt ve objektif geçerliğe sahip değerlerin varlığını kabul etmemektedir. İste, burada ele alınması gereken sorun, Rölativizmin karşısında değerlerin objektivitesinin nasıl savunulabileceği, temellendirilip kanıtlanabileceğidir.

3. Aslında genel değer felsefesine ilişkin olan bu sorun’un, hukuk felsefesi için de büyük önem taşıdığı ortadadır.[8]Bilindiği gibi, hukuk felsefesinin ödevlerinden biri, adalet dediğimiz değerin ve bu değeri noksansız olarak yansıtacak bir <<olması gereken>> hukukun açıklanmasını ve tartışmasını yapmaktır.[9] Çünkü hukuk, sonunda adaleti gerçekleştirmek ister; onun asli örneği adalettir. Güzelliğe yönelmiyen bir sanat ya da hakikatı amaç edinmemiş bir bilim nasıl anlamsız ise, öylece adalete yönelmiyen bir hukuktan söz etmenin de anlamı yoktur.[10]

Gerçekten, hukuka baktığımızda, onun insanlar arası ilişkileri düzenliyen bir takım kurallardan ibaret olduğunu görürüz. Bu özelliği ile hukuk, duyu organlarımızla algılayabileceğimiz maddi bir varlığa sahip değildir. Hukuk olarak, asla onun taşıyıcısı olan, kağıttan meydana gelmiş kanun kitabı ya da Romalılarda olduğu gibi taşlaşmış XII levha kanun u anlaşılmaz; kağıt ve taş yığını hukuk olamaz.[11]  O, kağıt ya da taş üzerine yazılmış, anlamlı bir muhtevaya sahip düşünce oluşuğudur. Hukuk dediğimiz şey, bu düşüncenin kendisidir. Öyle ki, bu niteliği ile dahi o, real dünyanın bir görünümü değildir. Çünkü, düşünce oluşuğu olarak hukuk, onu meydana getiren insandaki psikolojik olaydan da bağımsızdır. Belli bir zaman içersinde geçmekle duyulur dünyaya ilişkin bulunan düşünce olayı ile, bu olayın muhtevası olan düşünce oluşuğunu hiçbir zaman karıştırmamak gerekir.[12]

Böylece real dünyadan ayrı, düşünce dünyasının bir görünümü olan hukuk, üstelik <<olan>>ı değil, aksine <<olması gereken>>i söyler; doğada zorunlu olarak gerçekleşen olaylar arasındaki kozal ilişkiyi (nedensellik bağıntısını) değil, gerçekleşmesi zorunlu olmayıp, ancak olanaklı bulunan bir davranışın (bir olayın) meydana gelmesi gerektiğini söyler (yada meydana gelmesini buyurur). Bu yüzden bir norm niteliği taşımakla, onun varlığından çok geçerliğinden söz etmek yerinde ve doğru bir iş olur.[13] Böyle olunca da, bir hukuk normunun varlık biçimi olan geçerliğini, ancak diğer bir norm sağlıyabilir. Bir başka deyişle, doğadaki bir olayın varlık nedeni, onu zorunlu olarak meydana getiren diğer bir olay olmasına karşılık, bir normun varlık nedeni sadece yine bir norm olabilir. Bu, doğanun açıklanmasında uygulanan kozal düşünce biçiminden ayrı olarak, normlardan meydana gelmiş bir düzenin açılanmasındaki normatif düşünce biçimini belirler. Buna göre, yönetmelikler geçerliğini tüzüklerden, tüzükler kanunlardan, kanunlar ise, bir pozitif hukuk düzeninin en üst kademesinde bulunan anayasadan alırlar.[14]

Ancak, normların geçerlik nedenine ilişkin soruyu burada kesmek, rasyonel düşünceye aykırıdır. Çünkü anayasa da, diğer normlar gibi, belli kişilerce meydana getirilmiş pozitif kurallardan oluşur. Onun da geçerlik nedeni sorulmak gerekir. Bu yapılmıyacak olursa, anayasanın meydana gelişi yolunda fiili güce, devlet gücüne dayanmak gerekecektir. Anayasa ve buna dayalı tüm bir hukuk sisteminin geçerliği, Pozitivizmin kabul ettiği gibi, üstün bir gücün devleti her nasılsa ele geçirmiş olması olayı ile açıklanacaktır.

Bu ise, normlardan meydana gelmiş bir düzenin normatif değil, kozal düşünce biçimi ile açıklanması demektir. Çünkü anayasanın varlık nedenini (geçerliğini) bir üstün normda aramayıp fiili güce dayandırmak, devleti ele geçirme olayı ile anayasanın meydana getirilmesi olayı arasındaki kozal ilişkiye bağlamak demektir. Oysa, doğanın açıklanmasında nasıl normatif düşünce biçimi uygulanmazsa, normatif bir düzenin açıklanmasında da kozal düşünce uygulanmaz. Söz gelimi yıldırımın bir kimseyi öldürmesi olayında, ilkel insanın yaptığı gibi, o kişinin daha nöceden gerçekleştirdiği ahlaka (norma) aykırı davranışı yıldırım düşmesi olayının nedeni olarak gösterilemez. Doğa olaylarının açıklanmasında, bu olaylardan kimin ya da kimlerin sorumlu olduğu değil, bu olayları hangi diğer doğa olaylarının meydana getirdiği sorulur. Bunun gibi, normatif bir düzenin açıklanmasında da hangi olayın bu düzeni meydana getirdiği değiş, bu düzenin hangi <<olması gereken>>den ya da <<olması gerekenler>>den çıktığı sorulmak gerekir.[15]

Böyle düşünülünce de, en son bir <<olması gereken>>e, bir değere varmak zorunluluğu ortaya çıkar. İşte bu değer, ancak adalet olabilir. Gerçekten adalet, hukukun açıklanmasında kendinden daha üstün bir değerin bulunmadığı, daha üstün bir değerden çıkmayan salt (mutlak) bir değerdir.[16]

Diğer yandan, hukukun bu en son dayanak noktası olan değerin, ahlaki bir nitelik taşıması gerekmektedir. Çünkü, hukuk insanların birbirlerine karşı davranışlarını düzenlemektedir ve insanların tüm davranışlarını temelinde ahlak normlarına tabidir.[17] Ahlaka dayanmıyan bir hukuk sisteminin, insan davranışlarında gerçek bağlayıcı bir gücü olamaz. Pozitif hukukun üstünde, mantıki bir geçerlik nedeni olarak bulunacak temel norm gibi bir hipotez de, insan davranışlarını bağlayıcılık konusunda asla yeterli değildir; böyle bir hipotez, mantıki niteliğinden ötürü davranışları değil, sadece düşünceyi bağlıyabilir.[18] Oysa, adalet bu konuda da doyurucu olabilmektedir. Zira adalet, üstelik ahlaki bir değerdir. Adaletin ahlaki bir değer olduğu şundan açıkça anlaşılmaktadır ki, insanın adaletli olanı gerçekleştirmeye yönelmiş bir zihniyeti, bir tutumu olarak adalet severlik, tıpkı hakikat severlik, iyilik severlik gibi bir erdemi (fazileti) deyimlemektedir.[19]
* * * * * * * * * * * DEVAMINI OKUMAK İÇİN * * * * * * * * * * *                   - http://www.journals.istanbul.edu.tr/iuhfm/article/download/1023004968/1023004508 
[1] Bkz. Uygur, s. 5, 9.
[2] Bkz. Hessen, s. 24; Erişgil, s.113 vd.
[3] Bkz. Mokre, s. 3
[4] Bkz. Brinkmann, s.17, 19; Hartmann, s. 120, 121; Scheler FEW, s. 35; Meyer, s.145; Radbruch, s. 91.
[5] Bkz. Brinkmann, s. 19; Hartman, s. 121; Hessen, s. 33; ayrıca bkz. Ve karşılaştırınız Bense, s. 141.
[6] Anlaşılıyor ki değer, değerlendiren süje ile olan ilişkisinden çözülemez, çözülmemek gerekir. Bu yapılırsa, karşımıza değerin tözleştirilmesi (cevherleştirilmesi, hipotize edilmesi) görüşü ya da ontolojik değer anlayışı çıkar. Oysa bu, doğru değildir. Diğer bir deyimle, kendiliğinden (an sich, bizatihi) bir değerden söz edilemez (Hessen, s. 23, 28; Brinkmann, s. 23; ayrıca karşılaştırın Zippelius, s. 93).
[7] Hessen, s. 31; ayrıca bkz. Mokre, s. 5; Brinkmann, s. 24; Hartmann, s. 120; Meyer, s. 145, Fechner, s. 44.
[8] Fechner, s. 45; ayrıca bkz. Brinkmann, s. 1; Bense, s. 170 vd.
[9] Del Vecchio, s. 14; Yörük, s. 33; aral HFÖ, s. 15, 16.
[10] Aral HBÜ, s. 25; Aral HDG, s. 34. Adalete doğru hiçbir çaba olmaksızın hukuk, bir gevezelik ya da maskaralıktır (Baumann, s.3).
[11] Aral HBÜ, s. 120.
[12] Bkz. Kelsen, s. ½.
[13] Marcic, s. 117.
[14] Bkz. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası msd. 8, 107, 113.
[15] Bkz. Kelsen, s. 86 vs.; Dubischar, s. 10, 11.
[16] Radbruch, s. 124; ayrıca bkz. Brinkmann, s. 15.
[17] Bkz. Çobanoğlu, s. 26/27.
[18] Karşılaştırınız Kelsen, s. 228, 339; ayrıca bkz. Gulsan, s. 348 vd.; Drath, s. 18, 19.

[19] Kelsen, s. 357; Radbruch, s. 124.

Hukukta Adaletsizliği Görmek - Gülriz Uygur

Masum olmayan bir dünyada yaşıyoruz. İnsanların yüzlerinin unutulduğu, kendi yüzümüzü unuttuğumuz ve değerlerin çok kolayca harcanabildiği bir dünyada…
Böyle bir dünyada insanın yüzünü görmek nasıl mümkündür? Gönül gözüyle görmek ne demektir? Hukuk, insanları görünmez kılmaktadır. Kişileri/yüzleri görünmez kılarak kendisi adaletsizliğe yol açan bir kurumun, adaletsizlikleri görmesi mümkün müdür? Mümkünse, hukukta adaletsizlik nasıl ortaya konur? Hâkimin, kendi yüzünü unutmadan, karşısındakilerin yüzünü görmesi nasıl mümkündür? http://kasaum.ankara.edu.tr/?p=1595

Hugo Grotius'un Hukuk ve Siyaset Felsefesi

http://www.idefix.com/kitap/hugo-grotiusun-hukuk-ve-siyaset-felsefesi-yildirim-torun/tanim.asp?sid=UMBHVCM4GG5G6K6QX6E5

max weber hukuk felsefesi

http://www.kitapyurdu.com/kitap/hukuk-sosyolojisi/359761.html&filter_name=max%20weber%20hukuk